BİZ BU TOPRAĞIN ÇOCUKLARIYIZ.

  Bu yazı 1999’ da yayımladığım  kitaptan alıntıdır.

Ama günümüze uyarlanması da mümkündür.

 Yazı:

”Olaylara kendimce kafa yorar,bu memleketin işleri beden  bozuk gidiyor” diye, kendi kendimi yerim ve , mesuliyet hissederim, gücüm yetmez, neme lazım da diyemem.

Geçmişe bakar, Körfez Harbini hatırlarım.

ABD ve Avrupa Birliği Ülkeleri, Ortadoğu’da varlıklarını sürdürebilmek için, akla hayale gelmedik oyun ve tezgâhlarla uğraşırken, bizim devlet yöneticileri,basiretsiz tavırlarla, körfez harbinin maksat ve neticesini göremeyecek kadar şaşı bakıyor olaylara.

Bunlar beni üzüyor.Bilindiği gibi 1979 yılında İran’da  “Monarşi” yıkıldı. Tuvaleti bile altın kaplamalı şah, ülkeden kaçmakta buldu selameti.

İşlediği iddia edilen cinayetlerden sorumlu tutuldu ve masum insanların kanı onu rahat bırakmadı.

Sonuçta gurbetlerde kahrından öldü.

Şah’ın ülkeyi terk etmesiyle, Humeyni’nin, İran’a dönmesi  gerçekleşti ve  İran’daki “İslam”Devrimi, A.B.D. menfaatlerinin kesilme noktasında, bir engel olarak tezahür etti,

İran devrimini boğdurmak için A.B.D’de kurtarıcı gibi sarıldığı Saddam’a gerekli donanımı sağladı,devrimi doğmadan boğdurmak ve etkisiz hale getirmek istedi.

Bu duruma dolaylı olarak, benim devletim de destek verdi.

Çünkü Türkiye’de Saddam’ın saldırısına karşı çıkan  insanlar, yöneticilerimizce, Humeyni’ci ve irticacı tehdit olarak algılandı. Saddam’ın Halepçe’de beşbin insanı katletmesine karşı yapılan protestolar bile polisiye tedbirlerle bastırıldı.

Eski deyimle ‘nümayişçilere’ göz açtırılmadı.

Tarihin akışı içinde, silahlarla şişirilen Saddam, bu kez bölgesi için, özellikle de, İsrail, petrol şeyhleri ve krallar İçin en önemlisi efendileri için tehlikeli ve söz dinlemez olmuştu.

Saddam Batı’dan aldığı silahlarla Kendini tutamadı ve 2 Ağustos 1990’ın sıcak yaz sabahı, ansızın Kuveyt’e giriverdi.

İngilizler’ce,  cetvelle çizilen Kuveyt sınırı içinde 200 bin bile yerli halk yoktu.

Bölge, A.B.D. şirketleri ile dolu, yerlisinden çok yabancı barındıran bu ülkeden, Saddam’ın çıkarılması kanlı oldu. Bu sonuçla milyonlara varan müslümanın kanı aktı.Müslümanlarca kutsal kabul edilen birçok yer günlerce bombardıman ve barut altında kaldı.

Türkiye’de,halkla, yönetim farklı düşündü, Türkiye üslerimizi emperyalistlere kullandırdı ve iyi komşu olmadığını gösterdi.

Bunu tarihimize ters düşme pahasına gösterdi.O gün üzüldüğüm olaylardan biri,belki de birincisi, teknolojinin en son ürünü, düştüğü yeri cehenneme çeviren ateşli silahların, geçmişte ecdadımın yönettiği coğrafyada yaşayanlar üzerinde deneniyor olmasıydı.

Beşyüz yıldan fazla atalarımın hâkimiyetinde kalan bu topraklarda, cehennem ateşi yanıyor ve dedelerimin kemikleri sızlıyordu.

Bizim medyada ise (tam o sıralarda), Saddam’ın attığı “kıytırık” iki füzeden rahatsız  olan İsrailli bir çocuk, TV ekranlarına  özellikle çıkarılıyor ve dikkatler başka yöne çekilmeye çalışılıyordu.

Iraktaki katliama karşı çıkan insanlar, dün İrancılıkla suçlanırken, bu kez de Saddamcılıkla suçlanıyorlardı. En acısı da, ABD yönetimi, halkına din savaşı diyor, bizimkiler de, Saddam tehlikesinden bahsediyordu.

Böyle bir keşmekeşle hayat devam ediyordu.

 Bu hengâmenin yaşandığı ortamda “Bu ülke bizim ve biz bu toprağın çocuklarıyız.” başlıklı yazı kaleme almıştım.Körfez Harbinden sonraki yıllarda da  olsa,Türkiye’de, 28 Şubat 1997 müdahalesi sürecinde, ülke insanlarına potansiyel suçlu gibi bakılması akla geliyordu.

Devletçiliğinden şüphe etmediğimiz insanların devlet düşmanı gibi gösterilmesi ve bu şüphelerle bakılması, yazımız başlığında etkili olmuştu. Konuyla ilgili olarak bizi yönetenlerin, irtica vs. Gibi işlere kafa yorduğu kadar, kalkınmamız için kafa yorsalar diye düşündüğüm, bazen de umutsuzluğa düştüğüm olmuştur.

Fazla detaya girmeden o süreçte bana umut veren bir olayı aktaracağım.

Geçmişte, Güney Afrika’da ırkçı azınlık hükümeti vardı; bu hükümet, zencileri tel örgüler içine alacak kadar baskıcı ve ayrımcı uygulamalar yapıyordu. Zencilerin nüfus kâğıtlarında ise “zenci” yazıyordu.

Nelson Mandela’dan önceki liderleri, bir gün “zenci” yazısını protesto etmek için, meydanda topladığı halkın huzurunda nüfus cüzdanını yırtıyor ve tutuklanıyor.

Bu olaya, herkes aynı tepkiyi gösteriyor ve protestolar dalga dalga yayılıyor. Hükümeti yönetenler bakıyor ki bütün zencileri kamplara tıkma imkânı yok, sadece “lider” durumundaki zencileri tutukluyor. Tabii Nelson Mandela’yı da bir adada taş ocaklarına atıyor.

Tutuklanan Mandela 22 yıl (bazı kaynaklara göre de 27 yıl) gündüz taş kırıyor, gece hücrede kalıyor, bu adada taş kıran mahkûmlar rutin olarak her sabah hücrelerden toplanıp, guruplar halinde götürülüyorlar.

Bir gün geliyor ki, eylemi başlatan lider yaşlanıyor ve taş kırmaya gidemeyecek duruma geliyor, taş kırılan yer ile hücrelerin bulunduğu bir mekânda herhangi bir kulübeye yerleştiriliyor.

Kulübeye yerleştirilen ihtiyar,her sabah mahkûmlar geçerken kulübenin önüne çıkıyor ve yerden avuçladığı toprağı mahkûmların geçtiği yöne doğru serpiyor.

Mesaj olarak şunu demek istiyor, “bu ülke bizim ve biz bu toprağın çocuklarıyız ; yılmayın, gevşemeyin, umudunuzu kaybetmeyin ve bir gün mutlaka kazanacaksınız”, demek istediğini anlıyorlar. 

Birgün oluyor ki, mahkûmlar umutsuzluk içine düşüyorlar, o sırada Avrupa’da konferans veren bir konuşmacı, “güney Afrika’da zindanlar dolu” diye bir “laf” ediyor ve bu “laf”  basında yer buluyor.

Ayrıca da kulaktan kulağa hücredeki adama kadar duyuruluyor.

Bu sözün duyulduğunu anlayan zenci mahkûmlar,  “bizim burada olduğumuzu dünya biliyor” psikolojisi ile daha da umutlanıyor ve yaşama daha bir kuvvetle sarılıyorlar.

Neticede, Nelson Mandela’yı da cumhurbaşkanı yapıyorlar.

Bu olaylar, dayatmaların, uzun vadede halk üzerinde olumlu tesirinin olmayacağını düşündürüyor.

Bir de Mandela’nın cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturması gibi, yanlış yönetenlerin gideceğini, idarenin demokratik yollarla  ülkenin gerçek sahiplerinin eline geçeceğine inancımızı artırıyor; onun içinde “Bu ülke bizim ve biz bu toprağın çocuklarıyız.”(*) diyoruz.

Saygıyla…

 Nezih Yıldırım

(*) Garsonun İçdünyası s.54 (1999)