Değişen Dünya Düzenine Kayıtsız Kalmak

Dünyanın içinden geçtiği dönüşüm öylesine hızlı, öylesine köklü ki; bugünün haberleri daha sayfaya düşmeden yarının gerçekleri tarafından geçersiz kılınıyor. Buna rağmen biz hâlâ günlük tartışmaların dar sınırlarına sıkışıp kalmış durumdayız.

Siyasetin gündemi ile toplumun gerçek gündemi arasındaki makas her geçen gün biraz daha açılıyor. Ve en tehlikelisi: Bu genişleyen makasın ne anlama geldiğinin farkında değiliz.

Her ne kadar iyileşmeler görülse de ekonomideki sorunların çözümlenemediği bir sır değil. Çarşı-pazarın dili artık her haneye aynı soruyu soruyor: “Halimiz ne olacak?”

Ancak şunu da kabul etmek gerekiyor ki mesele yalnızca bize özgü değil; küresel ekonomi de uzun süredir alarm veriyor.

Gelişmiş ülkelerin bile enflasyonla, resesyon riskiyle ve sosyal kırılmalarla boğuştuğu bir dönemden geçiyoruz.

Fakat bu tablo “herkes kötü durumda, o hâlde sorun yok” diyerek teselli bulabileceğimiz bir manzara değil.

Çünkü dünyanın yaşadığı bu kırılma, ekonominin ötesinde bambaşka bir gerçeğe işaret ediyor:

Dünya düzeni değişiyor. Tek kutuplu rüyadan, çok kutuplu belirsizliğe doğru yol alıyor.

Soğuk Savaş sonrası kurulan tek kutuplu sistem, büyük güçlerin görece öngörülebilir hareket ettiği bir düzen sunuyordu. Ardından ABD–Çin rekabetiyle şekillenen iki kutuplu tartışmalar gündeme geldi. Fakat bugün geldiğimiz noktada ne tek kutupluluk var, ne çift kutupluluk; bunun yerine “çok kutuplu, kuralları belirsiz, sınamaları yoğun bir dünya”yla karşı karşıyayız.

Jeopolitik rekabet artık yalnızca askeri güçle değil; teknoloji, enerji, gıda, finansal sistemler ve hatta göç hareketleri üzerinden yaşanıyor. Her ülke kendi güvenlik şemsiyesini oluşturma telaşında. Küresel kurumlar güç kaybederken, bölgesel ittifaklar etkisini yitiriyor. Devletlerin sınırları kadar, toplumların sabır eşikleri de esniyor.

Bu tabloyu okuyamayan, buna uygun strateji geliştiremeyen ülkeler sadece bugün değil, gelecekte de ağır bedeller ödemek zorunda kalacak.

Değişen dünya düzenine karşı biz ne yapıyoruz?

İşte tam da bu nedenle kendimize şu soruyu sormak zorundayız: Bu büyük dönüşümün ne kadar farkındayız?

İç politikamızda hâlâ birbirimizi tüketen, hiçbir katma değeri olmayan tartışmaların peşindeyiz.

Dünya bambaşka bir döneme evrilirken biz, yanlış yerde, yanlış meselelerle vakit kaybediyoruz.

Üstelik yalnızca siyaset değil; ekonomi, eğitim, toplum, kurum kültürü, değerler sistemi… Her alanda aynı erozyonun izleri var.

Partizanlık, adam kayırmacılık, kamu kaynaklarının hoyratça kullanılması, liyakatin değersizleşmesi… Bunlar artık sadece iç politik bir sorun değil; ülkenin küresel rekabet gücünü zayıflatan yapısal riskler.

Eski yaklaşımlara benzer şekilde, kamu ve yerel yönetimlerde ihtiyaç dışı istihdam yarışına dönüşmüş bir anlayış var.

Devletin en büyük işverene dönüştüğü bir modelde verimlilikten, nitelikten, stratejik kapasiteden söz etmek mümkün mü?

Devlet yönetmek, öncelikle istihdam yaratmak demek değildir. Devletin görevi, tanımlı alanlarda etkin hizmet sunmak, sosyal adaleti tesis etmek ve ehil kadrolarla sistemi yönetmektir.

Ne yazık ki bunun tam tersini yapıyoruz. Bu yaklaşım sadece bugünü değil; geleceğin tüm fırsat pencerelerini de kapatıyor.

Değer Kayması: Asıl Tehlike Burada

Siyasette değer aşınması, ticarette etik çöküş, toplumda kutuplaşma… Bunların her biri, küresel belirsizliklerin iç politikadaki izdüşümünü daha da tehlikeli hale getiriyor. Dışarıda riskler artarken içeride çözülme başlarsa, bunun bedelini sadece ekonomi değil, toplumsal güven de öder.

Bugün daha fazla üretime, ihracata, elbirliğine, işbirliğine, güç ittifakına, dayanışmaya, daha fazla sağduyuya, daha fazla kurumsal akla ihtiyaç var. Çünkü dünya tüm dengelerin yeniden kurulduğu bir eşikten geçiyor.

Eğer bu eşiği doğru okuyamazsak, yarın çok daha ağır bir tabloyla yüzleşmemiz kaçınılmaz olur.

Sözün özü şu: Aramızdaki kısır tartışmaları bırakmak, vizyonumuzu geliştirmek zorundayız.

Biz hâlâ günlük tartışmaların kıyısında oyalanırken dünya sahnesinde yeni bir oyun kuruluyor. Kuralsız, belirsiz, güç dengelerinin sürekli değiştiği bir oyun bu. Böyle bir ortamda kaybetmenin telafisi olmaz.

Bu yüzden artık sormamız gereken soru şudur:

Dünya değişirken, biz nereye gidiyoruz?

Bu sorunun cevabını vermek sadece siyasetçilerin değil; akademisyenlerin, iş dünyasının, bürokrasinin, medyanın ve en önemlisi toplumun ortak sorumluluğudur.

Çünkü bir ülkenin kaderi, sadece iktidarın değil, muhalefetiyle beraber tüm vatandaşların farkındalık düzeyiyle şekillenir.