“Yazlıkçılar Gitti, Boyabat Bize Kaldı”
Yaz mevsimi, Ege ve Akdeniz sahillerini tamamen terk etmeden önce, Anadolu’nun içlerine; çam ağaçlarının ve tarihi yapıların kucaklaştığı yerlere yine bir veda bıraktı.
Bu vedanın en derin hissedildiği yerlerden biri de, o güzelim tarihi Boyabat Kalesi, içinden geçen Kolaz Çayı ve her köşesi çam kokan havasıyla Sinop'un şirin ilçesi Boyabat oldu.
Şimdilerde kasabanın üzerinde, yazın o şen şakrak curcunasının aksine, âdeta kadife bir örtü gibi inen derin bir sükûnet ve melankolik bir huzur var.
Çınar, akasya, meşe gibi ağaçların yaprakları çoktan sarardı.
Yaz aylarında, özellikle İstanbul başta olmak üzere büyük metropollerin kalabalığından ve betonun ağırlığından kaçanlar için Boyabat bir sığınak, bir nefes alma molasıydı.
Yaz boyunca otobüs firmalarının önü cıvıl cıvıldı; gurbetçilerin getirdiği son model araçlar köy yollarını toza bularken, kahvehanelerdeki emekli amcaların, dayıların sohbetlerine torunların kahkahaları karışırdı.
Her köşe başında bir hasret giderme merasimi, her sokakta bir “Hoş geldin” telaşı yaşanırdı.
Bu kısa ve yoğun ziyaret dalgası, Boyabat’ın durgun sularını bir anlığına coşturur, kasabanın hem ekonomisine hem de ruhuna canlılık katardı.
Ancak takvim yaprakları Eylül'ü, hele ki Ekim'i gösterdiğinde, o kaçınılmaz vedanın soğuk rüzgârları esmeye başlar.
Önce okulların açılmasıyla en aceleciler yollara düşer; ardından emeklilik rahatlığıyla biraz daha uzun kalabilen yazlıkçılar da, tarihi Boyabat Panayırı sonrasında, memleket hasretlerini bir sonraki yaza devrederek şehirden ayrılır.
Kasabanın silueti yavaş yavaş değişir. Cadde ve sokakların ardından cıvıl cıvıl olan meydanlar, parklar ve bahçeler tenhalaşır.
Pencereler bir bir kapanır ve o yoğun, enerjik kalabalık yerini neredeyse ürkütücü bir sessizliğe bırakır.
Bu sessizlik, yerel halk için farklı anlamlar taşır.
Bir yandan yazın tatlı yorgunluğu ve ayrılığın burukluğu hissedilir; esnaf yaz boyunca biriktirdiği kazançla kışa hazırlanırken, bir sonraki yazın bereketli günlerini şimdiden özlemeye başlar.
Ancak diğer yandan, bu sükûnet bir tür “kendi olma” hâline dönüşü de simgeler.
Pek çok yerleşikten şu sözü duyarız: “Yazlıkçılar gitti, Boyabat bize kaldı.”
Bu söz bir isyan değil; aksine bir teslimiyet ve aidiyetin itirafıdır.
Geriye kalanlar, yani kışın soğuğuna, sisli sabahlarına, çam ormanlarının yalnızlığına direnenler, kasabanın gerçek ritmini yeniden ele geçirir.
Boyabat, makyajını silmiş, süslü giysilerini çıkarmış, kendi doğal ve yalın hâline dönmüştür.
Sokaklarda artık yerli ve yabancı turistlerin telaşlı adımları yerine, kasaba sakinlerinin yavaş ve dingin yürüyüşleri duyulur.
Çam kokusu, kalabalığın gürültüsüne karışmadan tüm berraklığıyla hissedilir.
Boyabat Kalesi sessizliğin ortasında daha heybetli görünür; Kolaz Çayı’nın sesi ise çok daha net duyulur.
Boyabat şimdilerde, kış uykusuna yatmak üzere olan bir dev gibi… Kalanlar ise bu devin sakin nefesini dinleyen, onunla bütünleşen şanslı kişiler.
Büyük şehirlerin bitmek bilmeyen temposundan uzakta, köklerine sıkıca sarılmış bu insanlar için yazın hareketliliği güzel bir rüya olsa da, kışın getirdiği sükûnet gerçek hayatın ta kendisidir.
Ne diyelim? Yazlıkçılar gitti. Geriye kalan bu huzur, bu derin sükûnet, Boyabat’ın gerçek sevenlerine ve kadim sahiplerine emanet.
Bu sessizliğin ve çam kokusunun kıymetini bilmek dileğiyle…