FOTO GALERİ

Sinemacı Sezai Özgül

Bizim çocukluk ve ilk gençlik yıllarımızda sinemalar başlıca kültür ve eğlence mekanlarıydı. Hele Boyabat gibi küçük yerleşim yerlerinde sinema adeta dostların arkadaşların buluşma ve hâl hatır sorma fırsatı sunan bir yerdi. Boyabat’ta sinema denince akla ilk gelen kişi rahmetli Sezai Özgül olurdu. O dönemleri yaşamış birçok kişi onun soyadını bile bilmez, sadece Sinemacı Sezai diye anarlardı. Boyabat’ın tek ve en önemli eğlence mekanının sahibi olduğundan dolayı ilçede tanımayan ya da adını duymayan yoktu. Deyim yerindeyse Sinemacı Sezai Boyabat’ın en önemli ve en popüler kişisiydi.

Biri kışlık diğeri yazlık olmak üzere iki sinema vardı Boyabat’ta… Kışlık sinema şimdiki Zafer Otel ve lokantasının bulunduğu yerde; yazlık sinema da 50-60 metre kadar aşağıda Türk Telekom’un karşısına gelen yerde bahçe içinde hizmet verirdi. Yazlık sinemanın kendisi bir bahçe içerisinde olduğu gibi, yan taraflarında da bahçeler vardı. Kışlık sinema, bir hana ait büyükçe bir ahırın yerine kurulmuştu. Balkonuyla birlikte 500’ün üzerinde seyirci alır ve her akşam bu salon tamamen dolardı. Hatta zaman zaman Rahmetli Sezai Amca kızdığı zaman “Ulan kıymet bilmez adamlar! Ben size ahırı bozup sinema yaptım. Size verdiğim hizmetin değerini bilin” gibilerden serzenişlerde bulunurdu. Çabuk öfkelenen, buna karşılık da çabucak öfkesi yatışan bir kişiliğe sahipti. Onun bu yapısını hemen hemen herkes bildiği için Sezai amca ne söylerse söylesin kimse alınmaz, darılmazdı.

Sinemacılık dışardan görüldüğü gibi kolay bir iş değildi. Evvel emirde ülke çapında filmlerin dağıtımını aksatmayacak şekilde hareket etmek zorundaydınız. Yeni gösterilecek filmler otobüsten alınacak, eski gösterilmiş filmler de aynı otobüse yüklenecek… Genellikle 90 dakikalık filmler, özel olarak hazırlanmış teneke kutuların içine konulur öyle dağıtımı yapılırdı. Bu filmleri zamanında alıp film gösterimi başlamadan önce yeniden başa sarmanız gerekirdi. Aksi halde ambalajından çıkarıp olduğu gibi sinema makinesine takarsanız film geri geri oynardı. Ne sözleri anlaşılır ne de filmin hikayesini izleyebilirdiniz. Bu başa sarma işi de tıpkı oynatırken harcanan zamana eşit olurdu. Zaman zaman film kopar, onu yeniden eklerdiniz ve filmi oynatmaya hazır hale getirirdiniz. Haftada genellikle iki film oynatılırdı. 500’ün üzerinde, 600’e yakın seyirci alan salon sayesinde, hemen hemen her Boyabatlı o hafta gelen filmleri seyretme imkânı bulurdu. Her akşam oynatılan filmlerden hariç bir de gündüz gösterimleri vardı. Çarşamba ve cumartesi günleri öğrenciler ve kadınlar sinemaya giderdi. Öğrencilerin akşam gösterimlerine gitmeleri yasaktı, cezası vardı. Hatta sinemaya gece giden öğrenci var mı diye okul idareci ve öğretmenleri zaman zaman sinemada kontrol yaparlardı.

Zamana karşı yapılan bu kadar yoğun iş yükü doğal olarak sinemanın patronundan hariç en azından 5-6 kişinin çalışmasını gerektirirdi. Sinemada bir müdür (Belediyeden emekli rahmetli Güngör Akça… O da Sinemacı Güngör olarak anılırdı) işleri koordine eder geri kalan işçiler de diğer işleri yaparlardı. Borucu, biletçi, temizlik elemanları ve makinist… Sinemanın asgari elemanlarıydı. Borucular (Megafoncular) sırtlarına o gün oynatılacak filmin bir afişini asarlar, mahalle mahalle, sokak sokak dolaşarak o akşam oynayacak filmi anons ederlerdi. Sinemada çalışanlar öğleye yakın bir zamanda iş başı yaparlardı. Kimi salonun temizliğini yapar, kimi afişleri alıp şehrin belli başlı yerlerinde hazırlanmış ilan tahtalarına asar, kimileri de boruculuk yaparlardı. Bazıları da gişede telefon başında bekler, yer ayırtanları not ederdi. Sinemada yeni işe başlayanlar ise genellikle salonu kaçak girenleri yakalamakla görevlendirilirdi. Genellikle çocuklar karambolden yararlanarak sinemaya bedava girmenin yollarını ararlardı. Yazlık sinemada ise filmi bedava izlemek nispeten daha kolay olurdu. Çünkü sinemanın iki tarafı da bahçelikti. Buradaki ağaçlara çıkar filmi oradan izlerdik. Bir gün hiç unutmam, Sinemacı Güngör Ağabey beni görmüştü. Yakalanmamak için kaçayım derken ağaçtan arkın içine düşmüş sırılsıklam ıslanmıştım. Fakat sinema aşkı yüzünden yine de uslanmamıştım. Başka bir gün de aynı ağaç dalına çok sayıda çocuk çıkınca büyük bir çatırtıyla ağacın dalı kırılmış hep beraber yere düşmüştük. Ses o kadar yüksek çıkmıştı ki film gösterimi durdurulmuş, herkes acaba bir şey oldu mu diye yandaki bahçeye bakmaya gelmişlerdi. Çok şükür kimseye bir şey olmadan ve kimseye görünmeden oradan kaçmıştık.

Sezai Amca’nın ağabeyi Esat Özgül 60’lı yıllarda Amerika’ya yerleşmiştir. 2012 yılında rahmetli olduğunu öğrendim. Sezai Amca’nın Amerika’ya ağabeyinin yanına misafir olarak gittiğini bir gün aramızda geçen şu konuşmadan öğrendim. -Bak oğlum, ben hiçbir zaman gereksiz masraf yapan biri olmadım. Harcamalarımın hepsini bir amaç veya bir vesileyle yaptım. Cimri olmadığım için büyük bir servet sahibi de olmadım. Ancak yine de ortalamanın üzerinde bir hayat standardı sürdürdüm. Bu arada Amerika’ya bile gittim. O da ağabeyimin daveti üzerine… Çünkü ben oralara gezmek için gidip para harcayacak bir değilim. Ben oraya gittim ama para kazanarak döndüm. Davet üzerine de olsa Amerika’ya gidip de para kazanarak gelme konusu benim bir hayli ilgimi çekmişti. Sordum: -Sezai amca, sen nasıl oldu da giderken cebine koyduğun paradan fazlasıyla döndün? -Oğlum, sen Amerika’nın dünya lideri bir ülke olduğuna bakma. Bütün teknolojik yenilikler oradan kaynaklanıyor. Ama halkının büyük bölümü cahil cühela bir halktır. Dünyadan haberleri yoktur. Ben ağabeyimin yanına gittiğim günlerde arabasında küçük bir arıza meydana gelmişti. Evin bahçesinde onu kolayca tamir ettim. Bunu komşuları görmüşler. Arabası bozulan komşuları ağabeyim aracılığıyla bana rica ediyorlar, ücreti karşılığında arabalarını tamir ettirmek istiyorlardı. Biliyorsun benim Opel marka 58 model bir arabam vardı. Onun ufak tefek tüm arızalarını kendim tamir ederdim. Bu yüzden elim yatkın olduğu için orada birçok araba tamir ettim ve epeyce para kazandım, demiş ve gülerek ilave etmişti: -Oğlum, ben gâvur ellerine gidip de para bırakanlardan değil, para kazananlardanım. Gâvura para bırakacak göz var mı bende? Altmışlı yıllar Türk Sinemacılığının altın çağıdır. Yılda 300’ün üzerinde film çekilmekteydi. Ancak bu filmlerin büyük bir bölümü Amerikan filmlerinin kötü bir kopyasıdır, taklididir. Çoğu da birbirinin benzeri, başını görünce sonu tahmin edilen basit uydurma senaryoları olan filmlerdi. Arada bir sanat değeri taşıyan, uluslararası ödüller alan filmler de çekiliyordu. Ama bunların sayısı fazla değildi. Yetmişli yılların ilk yarısından sonra da bu sektör büyük bir krize girmiştir. Evlerde televizyonların yayılması bunda başlıca etken olmuştur. Bunu gören Sezai Amca artık bu işi de eskisi gibi hevesle yapamaz hale gelmişti. Hele küçük oğlu Erol Özgül’ün Sinop’ta denizde boğularak ölmesi onun için büyük bir yıkım olmuştur.

Sinemanın sadece patronu değil tüm çalışanları popüler kişilerdi. Özellikle biz çocuklar için onlar gözümüzde sanki kahraman gibiydiler. Büyükler olaya nasıl yaklaşırdı orasını bilmiyorum, ama çocuklar için durum böyleydi. Sinemada çalışan bizim yaşımıza yakın işçilerle arkadaş olmaya çalışırdık, film başlayınca aradan bizi salona alıversinler diye… Fakat bu her zaman başarı getiren bir taktik olmazdı. Çünkü onları da kontrol eden birileri olurdu. Bu da genellikle Sinemanın Müdürü Güngör Akça olurdu. Zira onun gözünden hiçbir şey kaçmazdı. Sinemacı Sezai amca sinemacı bir aileden gelmektedir. Büyük ağabeyi Rahmetli Esat Özgül, birçok filme gerek yapımcı gerek yönetmen ve gerekse senarist olarak imza atmış bir sinemacıdır. Küçük ağabeyi İhsan Özgül ise (Kendisi halen hayattadır, Allah uzun ve sağlıklı ömürler versin) Boyabat’ta çevrilen Yörük Ali (Dünya şampiyonu güreşçi Celal Atik) filminin senaryosunu yazmıştır. Bu filmin yapımcılarından biri de Sezai amcadır. Sinemacı Sezai amcanın büyük ağabeyi Esat Özgül’ün yaptığı filmlerden bir kısmı, sinema filmlerinin saklandığı sinematekte çıkan yangın sonucu yanmıştır. Bunun hikayesi de ilginçtir. Depoyu bekleyen bekçi bir akşam işyerine kadın getirir. Kadın gittikten sonra cünüp dolaşmamak için geceleyin yıkanmak üzere gaz ocağında su ısıtmaya başlar. Tam bu sırada ocağı devirir ve sinematekte yangın çıkar. O zamanki filmler kolayca alev alabilecek filmler olduğu için depodaki tüm filmler yanar. Yani Türk Sinemacılık tarihinin bir kısmı bir bekçinin hovardalık merakına kurban gitmiştir.

Neyse biz yine Sinemacı Sezai Amca’nın film yapımcılığı işine bir dönüş yapalım. İkinci Dünya Savaşı sonunda 1948’de Londra’da yapılan olimpiyat oyunlarına 12 güreşçi ile katılan güreş milli tamımız 6’sı altın 4’ü gümüş, biri de bronz olmak üzere 11 madalya kazanmıştı. Olimpiyatlardan dönen sporcularımız memlekette birer kahraman gibi karşılanmışlar, şöhretleri dilden dile yayılarak ülkenin dört bir yanına ulaşmıştı. Ancak o yıllarda ülke genelinde hem televizyon yoktu hem de gazeteler her eve ulaşmadığı için bu sporcularımızı merak edenlerin sayısı hayli fazlaydı. Bu nedenle şampiyon güreşçilerimizden Celal Atik’in de bir filmde oynatılarak halka ulaştırılması fikri doğmuştu. Londra Olimpiyatlarında bizim olimpiyat kafilemize tercümanlık yapan Esat Özgül bu sporcularımızla orada tanışmış ve çoğu ile samimi olmuştu. Celal Atik de bunlar arasındaydı. Onun rol alacağı bir film çekme fikri ta o zaman doğmuştu. Filmi çekmek için mekân olarak Boyabat’ı seçmişti. Bu filmin yapımcılarından biri de Rahmetli Sezai Özgül idi. Filmin büyük bir kısmı Kalebağı’nda bir kısmı da Kurusaray yakınlarında bir köyde çekilmişti. Bunun nedeni de ilginçtir. Çünkü Yörük Ali rolünü oynayan Celal Atik, o yılların meşhur yağlı pehlivan güreşçisi Boyabatlı Kürt Murat ile güreştirilecekti. Ancak bir sorun vardı: Bir hayli iri cüsseli Kürt Murat, rol icabı Celal Atik’e yenilecektir. Kürt Murat “Ben hemşerilerimin gözü önünde bu ufacık adama yenilmem” der başka bir şey demez. Araya adamlar konulur, hatırı sayılır kişiler aracı yapılır yine fayda etmez. Sonuçta Boyabat’a uzak bir köyde gözden ırak bir mekânda güreş sahnesi çekilir. Fakat yine de Kürt Murat pehlivanın yalandan yenildiği belli olur. Ama başka da çare yoktur. Çünkü rol icabı da olsa Celal Atik’in Kürt Murat’ı çevirmesi mümkün değildir. Sinemacı Sezai de ağabeyi Esat Özgül de bu filme büyük emek verirler. O günün şartlarında birçok zorluğun üstesinden gelmeyi başarırlar. Ancak filmde, Balkanlarda yaşanan katliamı canlandıracak bir sahne vardır. Çok sayıda insan, çoluk çocuk öldürülecektir. Bunların cenaze töreni yapılacaktır. Cenaze töreni için tabutlar hazırlanır. Köylüler omuzlarda tabutları taşıyacaklardır. Ancak bu arada tabutların altları boştur. Yani boş tabutlar taşınmaktadır. Küçük bir yokuş çıkılırken tabutların altları filmde gözükür. Montaj esnasında bu durum gözden kaçar ve ilk gösterim fiyaskoyla sonuçlanır. Bu olaydan sonra Esat Özgül sinemacılığı eskisi gibi hevesle yürütemez olur. Hem Sinemacı Sezai Amca için hem de ağabeyi Esat Özgül için acı bir deneyimdir. Bu filmde oynayan birçok Boyabatlı da vardır. Bunlardan hatırladığım iki kişiden biri Rahmetli Güngör Akça biri de Rahmetli Muammer Gültekin’dir.

Sezai Amca’nın ağabeyi Esat Özgül 60’lı yıllarda Amerika’ya yerleşmiştir. 2012 yılında rahmetli olduğunu öğrendim. Sezai Amca’nın Amerika’ya ağabeyinin yanına misafir olarak gittiğini bir gün aramızda geçen şu konuşmadan öğrendim. -Bak oğlum, ben hiçbir zaman gereksiz masraf yapan biri olmadım. Harcamalarımın hepsini bir amaç veya bir vesileyle yaptım. Cimri olmadığım için büyük bir servet sahibi de olmadım. Ancak yine de ortalamanın üzerinde bir hayat standardı sürdürdüm. Bu arada Amerika’ya bile gittim. O da ağabeyimin daveti üzerine… Çünkü ben oralara gezmek için gidip para harcayacak bir değilim. Ben oraya gittim ama para kazanarak döndüm. Davet üzerine de olsa Amerika’ya gidip de para kazanarak gelme konusu benim bir hayli ilgimi çekmişti. Sordum: -Sezai amca, sen nasıl oldu da giderken cebine koyduğun paradan fazlasıyla döndün? -Oğlum, sen Amerika’nın dünya lideri bir ülke olduğuna bakma. Bütün teknolojik yenilikler oradan kaynaklanıyor. Ama halkının büyük bölümü cahil cühela bir halktır. Dünyadan haberleri yoktur. Ben ağabeyimin yanına gittiğim günlerde arabasında küçük bir arıza meydana gelmişti. Evin bahçesinde onu kolayca tamir ettim. Bunu komşuları görmüşler. Arabası bozulan komşuları ağabeyim aracılığıyla bana rica ediyorlar, ücreti karşılığında arabalarını tamir ettirmek istiyorlardı. Biliyorsun benim Opel marka 58 model bir arabam vardı. Onun ufak tefek tüm arızalarını kendim tamir ederdim. Bu yüzden elim yatkın olduğu için orada birçok araba tamir ettim ve epeyce para kazandım, demiş ve gülerek ilave etmişti: -Oğlum, ben gâvur ellerine gidip de para bırakanlardan değil, para kazananlardanım. Gâvura para bırakacak göz var mı bende? Altmışlı yıllar Türk Sinemacılığının altın çağıdır. Yılda 300’ün üzerinde film çekilmekteydi. Ancak bu filmlerin büyük bir bölümü Amerikan filmlerinin kötü bir kopyasıdır, taklididir. Çoğu da birbirinin benzeri, başını görünce sonu tahmin edilen basit uydurma senaryoları olan filmlerdi. Arada bir sanat değeri taşıyan, uluslararası ödüller alan filmler de çekiliyordu. Ama bunların sayısı fazla değildi. Yetmişli yılların ilk yarısından sonra da bu sektör büyük bir krize girmiştir. Evlerde televizyonların yayılması bunda başlıca etken olmuştur. Bunu gören Sezai Amca artık bu işi de eskisi gibi hevesle yapamaz hale gelmişti. Hele küçük oğlu Erol Özgül’ün Sinop’ta denizde boğularak ölmesi onun için büyük bir yıkım olmuştur.

Sinemacı Sezai amca, zaman zaman sinemaya bedava girmek için çevrede dolaşan çocuklara eğitici nasihatlerde de bulunurdu. Benim çocukluk zamanımda anne ve babalarımız çocuklarına fazla harçlık veremezlerdi veya bilinçli olarak vermezlerdi. Ellerindeki harçlığı belli bir disiplin içinde harcamaları için az harçlık vermek suretiyle bir kontrol mekanizması kurarlardı. “Hiç vermezsen hırsız, çok verirsen arsız” olur düşüncesi hakimdi. Sinemaya girmek için harçlığı yetmeyen çocuklardan bazıların kapı önünde biriken kalabalığa karışarak, beleş yoldan sinemaya girmenin çarelerini ararlarken bazıları da film başladıktan 10-15 dakika sonra ya kapı önünde bekleyen biletçiye ya da Sezai amcanın kendisine sinemaya girmek için yalvarma yolunu seçerlerdi. Hiç unutmam bir gün bana; “Nan oğlum, (Lan demezdi) ben seni sinemaya bedava alsam hiçbir şey kaybetmem. Ancak her gelişinde seni içeriye bedava alırsam sen beleşçiliğe, tembelliğe alışırsın. Tembeli Allah bile sevmez. Annenden babandan aldığın harçlığı disiplinli harcarsan, sinemaya girecek parayı elinde bulundurursun. Aksi halde parasız kalırsın. Ayrıca bak, bazı çocuklar ya boyacılık yapıyor ya simit satıyor, harçlıklarını kendileri kazanıyorlar. Ben sana boyacılık yap veya simit sat demiyorum. Aslında kendi paranı kazansan daha iyi ama; elindekini de dikkatli harcarsan bu da iyi bir şeydir.” Demişti.

Aslında ben hiçbir zaman kaçak yoldan sinemaya girmeyi hiç denememiştim. Ama Sezai amca bana böyle bir şey demişti. Ben film başlamasına 1-2 saat kalımı sinema önünde Teksas, Tom Miks gibi kitaplar satar harçlığımı temin ederdim. Bunu Sezai amca da görür, benim bu davranışımı takdir ettiğini belirten sözler söylerdi. O çağlarda Teksas, Tom Miks, Zagor türü kitap okumaya her nedense anne ve babalar karşı çıkardı. Ama Sezai amca bunun yararlı olacağı düşüncesindeydi. Çünkü o kitaplarda daima kahramanlar ve iyiler kazanırdı. Ayrıca o zamanın çocukları bu kitaplar sayesinde hem okumalarını geliştirmişler hem de okuma alışkanlığı edinmişlerdi.

Yetmişli yılların ilk yarısında tüm ülke genelinde televizyonlar yavaş yavaş yaygınlaşmaya başladı. Sezai Amca televizyon yayınlarının sinemaya büyük darbe vuracağının farkındaydı. O nedenle sinema üzerine hiçbir yeni yatırıma girişmemişti. Hatta o yıllarda ikinci bir sinema kurmak isteyen Boyabat’ın tanınmış simalarından Rahmetli Mustafa Erdoğan’a (Şiber Mustafa) “Yapacaksa başka yatırım için harcasın. Sinema yakın bir gelecekte küçük kasabalarda tarihe karışacak” diye söyletmişti. Ama Rahmetli Şiber Mustafa Amca sinemaya çok meraklıydı. Boyabat ve yakın çevresindeki il ve ilçelerde eşi bulunmayan modern bir sinema inşa etmekteydi. Makine dairesi hem kışlık hem de yazlık salonda çalışabilecek şekilde aynı koltuk numaralarına sahipti. Yazın yağmur yağdığı zaman makine dairesi bir asansör sistemiyle bir alt kata iner ve herkes kendi koltuk numarasına oturarak filmi izlemeye devam edebilirdi. En çok da Yılmaz Güney’i severdi. “Evlat” derdi,

-Allah izin verirse ilk gösterimi Yılmaz Güney’in filmiyle yapacağım… Gerçekten de öyle yaptı. Ama sinema birkaç yıl faaliyet gösterdikten sonra kapanmıştı. Çünkü yetmişli yılların ikinci yarısından itibaren sinema ve sinemacılık küçük yerleşim yerlerinde büyük bir krize girmişti. Büyük şehirlerde bile faaliyetleri sınırlı hale gelmişti. O gündür bu gündür hala küçük yerlerde sinemalar eskisi gibi çalışmıyor.

Bütün bunları Sezai amca ta başından görmüştü. Onun için yeni bir yatırıma girişmemişti. Boyabat’ta televizyonlar git gide çoğalıyordu. İlk zamanlar siyah beyaz televizyonlar çok pahalıydı. Herkes alamıyordu. Hatta evlerin üzerine dikilen antenler sebebiyle Boyabat’ta “Zenginler parmak kaldırdı” sözü yaygınlaşmıştı. Herkes televizyon alamıyordu. Ama o zamanlar komşuluk ilişkileri şimdiki gibi sınırlı değildi. Samimi bir ortam vardı ve televizyonu olmayan aileler olanların evine misafirliğe gider hep birlikte televizyon seyrederlerdi. Ancak televizyon görüntüsü ya çok karlı olur ya da saatlerce kesilirdi. Özellikle Belediye için televizyon başlı başına bir sorundu. Buna kızan vatandaşların da zaman zaman “Sinemacı Sezai herkes sinemaya gitsin diye televizyon aktarıcısını bozuyor” dediklerini duyuyor ve çok üzülüyordu. “Nan oğlum Vallahi yerini bile bilmem” derdi. Gerçekten de bilmezdi. Ben yetmişli yılların sona doğru artık delikanlılık çağına girmiştim. Seksenli yıllarda kendi işimi yapmaya başlamıştım. Sezai amcayla sohbetlerimiz artık bir arkadaş havasında geçmeye başlamıştı. Bir gün bana,

-Ben kendimi bildim bileli çalışırım. Birçok yer gezdim. Hatta Amerika’ya bile gittim. Ama Boyabat’ta böyle bir fırsatım olmadı. Şöyle dağ başında bir su kenarında piknik bile yapamadım. Sen köylere çok gidiyorsun; giderken bana da haber ver de ömrümüzün bu son deminde birlikte bir piknik yapalım, demişti. Ben de,

-Tamam Sezai amca ben güzel bir yere gideceğim zaman sana haber veririm, demiştim. Ama bu projeyi bir türlü gerçekleştirmek nasip olmadı. Aradan yıllar geçti. 1995 yılıydı sanıyorum, bir gün böyle bir fırsat çıktı ama Sezai amcanın hasta yatağında olduğunu öğrendim. Zaten o yıl da kendisi aramızdan ayrılmıştı.

Allah Rahmet eylesin, mekânı Cennet olsun. BİTTİ