Biz Olalım...!

Edebiyatla hemhal olmayı severim ve bir dörtlük okusam duygulanırım. Bazen duygularım alır beni götürür uzaklara, unutturur yüreğimin yorgunluğunu. Kendimi bulurum sanki şiirlerde.

Edebi metinlerde anlatılanları düşünürüm çoğu kez ve insanoğlu neden ihanet eder diline diye hayıflanırım. Türk dilini ve kültürümü önemserim, milletlerin kültürleriyle canlılığını koruduğunu ve ayakta kalabildiğini bilirim.

Tarihimizde ki Çağatay devletini örnek veririm konuşmalarımda. Çünkü bu devletin ömrü 10 yıllarla bahsedilecek kadar kısa 30 yılı geçmeyen sayıda. Ama lehçesiyle yazılanlar hala devletler kültüründe önemli yer tutmaktadır.

Naif dilimizin bozulmasına hiç kıyamam. Yerli yerinde her şeyi ifade eden Türkçemizi

Nazenin bir çiçek gibi görürüm.

Kulaklarımı tırmalayan ahenksiz bazı kelimeleri söyleyene hayretle bakarım.

Acaba kasten mi? Bilgisizlikten mi?

Bizim “hayrete düştüğümüzde “vay anasına” diye kullandığımız kısa cümlenin yerine, kibarlaştığını sanan birinin “vaavv” demesi canımı sıkar.

Dilimizde halamın, dayımın, amcamın, teyzemin oğlu/kızı yerine toptancı bir anlayışla “kuzen” denmesi. Anne ve babaların çocuklarına “aşkım” demesi ve çocukların (affedersiniz) dudaktan öpülmesi, insanların bilinçsizce ferasetten uzaklaşması gibi gelir bana.

Atilla İlhan’ın deyimiyle kendime “ben geri kafalı mıyım” derim.

Ama dilimizin kısırlaşmasını da hiç kabullenemem. Cehaleti düşman bilir kasıtlı konuşmalara bir türlü göz yummam.

Ben köylü çocuğuyum.

Köyümüzde büyük ve küçük evcil hayvanlarımız vardı. Mesela eti yenen hayvanlarla eti yenmeyen hayvanların yavrulamaları bile ayrı anlatılırdı.

Eti yenen hayvanlar yavrulayacaksa kuzulacı, buzalacı, gibi ifadelerle hayvanın durumu da belirtilirdi.

Eti yenmeyenlere de “kunnacı” denilirdi. Şimdi hepisine birden “gebe” diyorlar. Yavrulara verilen adlarda ayni durumda idi.

Camızın yavrusuna “malak” ineğin yavrusuna “buza” keçinin yavrusuna “oğlak” koyunun yavrusuna “kuzu” denilirdi.

Şimdi bunların çoğu isim değiştirdi. Hepisine birden “gebe” tabiri kullanılıyor. Yavrulara ise “çocuk” diyenlere rastlama durumumuz oluyor.

Bir Rus yazar olan Grigory PETROV’un Beyaz Zambaklar Ülkesinde (bir milletin dirilişi) kitabında “Kültürel yönden yükselmiş medeni milletler sömürülemez” diyor.

Ve Milletleri içinde yıldırımlar çıkaran bulutlara benzetiyor ve liderleri “Yıldırım” olarak değerlendiriyor.

Demek ki medeni millet olmak için belli donanım gerekiyor benliğimizden kopmadan dilimizi koruyup geliştirerek kültürde medeniyette yükselmemiz gerekiyor.

Peki, biz şuursuzca kopyacılık yapar kendi kültürümüze yabancılaştıkça geçmişte kurduğumuz medeniyetlerden uzaklaşmış olmayız mı?

Gerekçesini tartışmaya gerek yok; kişisel olarak söylüyorum geçmişte yapılan harf devrimini yerinde bulmuyorum. Ama 90 yılda oluşturulan kültürümüzü de yok etmeye razı olamıyorum.

Yazışmalara bakıyorum kendimizi kısa kelimelerle ve eksik (tşk gibi) harflerle ifade etmeye çalışıyoruz.

Şehirlerin durumu da ayrı bir üzüntü kaynağı;

Ankara caddelerinde dolaşmak isteseniz, nereye baksanız ticarethanelerde/dükkânlarda Türkçe isimleri mumla arıyorsunuz.

İnsan Kızılayın göbeğinde bir başka Avrupa ülkesinde yaşıyormuş gibi hissediyor.

Bu kadarı yabancı hayranlığı mı yoksa bir karmaşık düşünce/kompleksin sonucumu?

İnsan bunları anlamakta zorlanıyor.

Başkalarını kopya bizi biz olmaktan uzaklaştırıyor.

O halde biz kendi dil ve kültürümüzle “biz olalım” diyorum.

Selam ve dua ile

YORUM EKLE

banner115

banner124

banner138